Bir varmış, bir yokmuş...
Uzay boşluğundaki mavi görünen bir gezegende hayat bulan, gözlerini açtıklarında zihinlerinde geçmiş denen kavramdan olabildiğince uzak bir halde hayat sahibi olan organizmalar varlık kazanmaya başlamış. İlk zamanlar "Ben kimim, burası neresi, neler oluyor?" bile diyemiyorlarmış. "O da neydi ki? Konuşmak, kendini ifade etmek diye birşey mi vardı? Hayret doğrusu!".
Bulundukları yer bir aydınlanıp bir kararırmış. Bastıkları yeryüzünde damaklarına hoş gelen besinler yetişir ve bunlar ile midelerini doyurarak açlık azaplarını o şekilde dindirirlermiş.
Göz kapaklarının ağrılarını uykuyla, ayak yorgunluklarını dinlenerek, merak duygularını keşfederek, yalnızlık duygularını bir eş, şefkat ve sevgi göstermeye olan ihtiyaçlarını ise bir evlat ile gidererek bu şekilde bulundukları yerde günden güne fark ettikleri yaralarını kapamayı öğreniyorlarmış.
Zaman ilerleyip seneler geçtikçe alışılan bir mekan olmasına rağmen tam da alışılıp ülfet etmişken birdenbire kişi istemediği halde artık istenmeyen bir varlık olarak bu mavi gezegenden atılıyormuş. Hem de hiçbir suçu yokken... Sence de çok ilginç değil mi? İçindekilerle oyun oynayan kötü bir gezegen gibiymiş. Önce kendini sevdirip daha sonra "Buraya kadardı, artık ayrılık vakti!" diyen kötü kalpli bir gezegenmiş, anlayacağın. Adını da dünya koydukları bu yerde hayat bulan her kişi bu olguyu gözlemlemiş, şimdiye kadar. Ne yapılırsa yapılsın kimse sonsuz kalamıyormuş...
Gel zaman git zaman ne insanlar, nasıl insanlar geçmiş bu çıkmaz sokaklardan...
Her küçük yarasını saran ve her kücük acısını dindirebilen insanın öylesine büyük ve kanayan yarasına bir türlü ilaç bulamaması onun mu beceriksizliğiydi ya da oyunun mu bir parçasıydı? Bu mavi gezegenin nasıl bir yer olduğu konusunda herkes tarafından sunulan birtakım açıklamalar geliyormuş mutlaka. Dünyanın dört bir yanından kimileri maddeye takılıp materyalist olmuş, kimileri maddeye inanmamış nihilist olmuş. Temelinde bu ikisi yatan daha birçok ideolojiylerden sonra bir ferman duyulmuş, sessizliğin tavan yaptığı ıssız bir çölde. "Bir de beni dinleyin! Şimdiye kadar söylediğim doğrulara bir yenisini daha katayım!" dedi,
Muhammed'ul Emin isminde bir zât... Sese toplananlar şaşkındı. Öyle iddialı şeyler anlattı ki anlattıklarını dinleyen insanların iki seçeneği kalmıştı. Ya bu Emin denen kişinin şimdiye kadar söylediği doğru sözlere bir yenisi daha katılacaktı ki dile kolay 40 sene bir harf yalan duyulmamıştı kendisinden ya da o günden sonra onun ilk yalanını duyduklarına kendilerini inadıracaklardı.
Doğru söylediğine inanan her kişi bu ilacı yarasına sürdü ve iyilestigini söyledi. Ben de bunlardan biriyim.
İnanmamayı tercih edenlerin ise yaralarını unutmaya çalışarak yaşamaya devam etmeye çalışmaları, onlar için sırrı çözülememiş bu mavi gezegenin büyük acısı ve ızdıraba sokan bir düşüncesi olarak hep devam ediyor ve devam edecek...
Uzay boşluğundaki mavi görünen bir gezegende hayat bulan, gözlerini açtıklarında zihinlerinde geçmiş denen kavramdan olabildiğince uzak bir halde hayat sahibi olan organizmalar varlık kazanmaya başlamış. İlk zamanlar "Ben kimim, burası neresi, neler oluyor?" bile diyemiyorlarmış. "O da neydi ki? Konuşmak, kendini ifade etmek diye birşey mi vardı? Hayret doğrusu!".
Bulundukları yer bir aydınlanıp bir kararırmış. Bastıkları yeryüzünde damaklarına hoş gelen besinler yetişir ve bunlar ile midelerini doyurarak açlık azaplarını o şekilde dindirirlermiş.
Göz kapaklarının ağrılarını uykuyla, ayak yorgunluklarını dinlenerek, merak duygularını keşfederek, yalnızlık duygularını bir eş, şefkat ve sevgi göstermeye olan ihtiyaçlarını ise bir evlat ile gidererek bu şekilde bulundukları yerde günden güne fark ettikleri yaralarını kapamayı öğreniyorlarmış.
Zaman ilerleyip seneler geçtikçe alışılan bir mekan olmasına rağmen tam da alışılıp ülfet etmişken birdenbire kişi istemediği halde artık istenmeyen bir varlık olarak bu mavi gezegenden atılıyormuş. Hem de hiçbir suçu yokken... Sence de çok ilginç değil mi? İçindekilerle oyun oynayan kötü bir gezegen gibiymiş. Önce kendini sevdirip daha sonra "Buraya kadardı, artık ayrılık vakti!" diyen kötü kalpli bir gezegenmiş, anlayacağın. Adını da dünya koydukları bu yerde hayat bulan her kişi bu olguyu gözlemlemiş, şimdiye kadar. Ne yapılırsa yapılsın kimse sonsuz kalamıyormuş...
Gel zaman git zaman ne insanlar, nasıl insanlar geçmiş bu çıkmaz sokaklardan...
Her küçük yarasını saran ve her kücük acısını dindirebilen insanın öylesine büyük ve kanayan yarasına bir türlü ilaç bulamaması onun mu beceriksizliğiydi ya da oyunun mu bir parçasıydı? Bu mavi gezegenin nasıl bir yer olduğu konusunda herkes tarafından sunulan birtakım açıklamalar geliyormuş mutlaka. Dünyanın dört bir yanından kimileri maddeye takılıp materyalist olmuş, kimileri maddeye inanmamış nihilist olmuş. Temelinde bu ikisi yatan daha birçok ideolojiylerden sonra bir ferman duyulmuş, sessizliğin tavan yaptığı ıssız bir çölde. "Bir de beni dinleyin! Şimdiye kadar söylediğim doğrulara bir yenisini daha katayım!" dedi,
Muhammed'ul Emin isminde bir zât... Sese toplananlar şaşkındı. Öyle iddialı şeyler anlattı ki anlattıklarını dinleyen insanların iki seçeneği kalmıştı. Ya bu Emin denen kişinin şimdiye kadar söylediği doğru sözlere bir yenisi daha katılacaktı ki dile kolay 40 sene bir harf yalan duyulmamıştı kendisinden ya da o günden sonra onun ilk yalanını duyduklarına kendilerini inadıracaklardı.
Doğru söylediğine inanan her kişi bu ilacı yarasına sürdü ve iyilestigini söyledi. Ben de bunlardan biriyim.
İnanmamayı tercih edenlerin ise yaralarını unutmaya çalışarak yaşamaya devam etmeye çalışmaları, onlar için sırrı çözülememiş bu mavi gezegenin büyük acısı ve ızdıraba sokan bir düşüncesi olarak hep devam ediyor ve devam edecek...